4 Eylül 2015 Cuma

Alırım veririm ben seni yenerim

Futbolun düdük çalmadan önceki en heyecanlı bölümüdür transfer ayları. Taraftarlar gözleri akıllı telefonlarında veya sosyal medyada, imza atan oyuncu listesine göre kimi erken şampiyonluğunu ilan eder, kimi isyan eder yöneticilere. Bir tarafta yöneticilerin vizyonu, bir tarafta kulübün bütçesi, diğer yanda ise taraftarların hayali. Kimi balon olur patlar, kimi sürpriz yumurta misali sezon ortası yüz güldürür.

İşte bu sezon Türkiye’de yeni izleyeceğimiz futbolculara kısa bir bakış...


Samuel Eto’o (Antalyaspor): Dört kez Afrika’da “Yılın En İyi Oyuncusu” seçilen Eto’o, sadece doğduğu kıtada kaldırdığı kupalar ile değil, oynadığı takımlar ile de kazandıklarıyla tam bir kupa canavarı. Resmi kayıtlara göre 1981 doğumlu. Ancak o bölgenin bir gerçeği de resmi kayıtların aslında pek de resmi olmayışı. Hatta Chelsea’de oynadığı dönemde teknik direktörü Mourinho şöyle demişti:

“Elimde forvet yok. Eto’o’ya sahibiz ama o da 32 yaşında. Gerçi 35 yaşında da olabilir.”

Eto’o ise bu durumla barışık. Teknik direktörüne tepkisini Tottenham maçında attığı golden sonra, köşe bayrağını tutan yaşlı adam pozu ile göstermişti. Bu neşeli adamın kariyeri boyunca belki de keyfini en çok kaçıran olay, Barcelona’da oynadığı dönemde Zaragoza maçında maruz kaldığı ırkçı tezahüratlardı. Sahayı terk etmek istedi, zor ikna edildi. Ama o gün verdiği kararla bir daha asla ailesini tribünlere getirmedi. Beşiktaş tribünleri ise o dönemde “Hepimiz zenciyiz, hepimiz Eto’o’yuz.” Sloganlarıyla desteğini golcü yıldızdan eksik etmedi. Real Madrid, Mallorca, Barcelona derken İbrahimoviç karşılığında Inter’e gitti ve daha sonra kendisini Chelsea’ye de transfer edecek olan Mourinho ile çalıştı. Bu arada milli takım kariyeri de son sürat devam ediyordu. İki defa kaldırdığı Afrika Uluslar Kupası’nın en fazla gol atan oyuncusu olmuştu. Ancak söz verilen primler ödenmediği için tüm arkadaşlarını greve sürükleyip federasyondan 15 maç ceza almak da bu başarısının bir ödülü olmuştu. Chelsea’den Everton’a ve oradan da Antalyaspor’a transfer olan Eto’o’nun kaldırdığı kupa sayısı, gol krallıkları, aldığı ödülleri buraya sığdırmak imkansız. Merak edenleri internet başına davet edelim. Bütün başarıları bir yana onun hayattaki en büyük rolü doğduğu coğrafyadaki çocuklara bir umut olmak. Bir gün onların da çemberlerini kırabileceklerini tüm kıtaya göstermek.    


Andreas Beck (Beşiktaş): 1987 yılında Rusya’da doğan, Almanya’da büyüyen Beck aslında futbola her Türk gibi mahalle arasında başlamış. Almanya’ya her göç eden ailenin yaşadığı zorlukları Beck ailesi de yaşamış. İlk yıllar karavanda yaşamışlar. Stuttgart alt yapısında futbola başlayıp A takıma çıktıktan sonra Hoffenheim’a transfer olup takımın Bundesliga’daki çıkışında rol oynayan önemli oyunculardan biri oldu. Burada yedi sezon geçiren ve kaptanlık yapan Beck’in akıllarda kalan en önemli anı Bayern Munih maçlarında Ribery’i etkisiz hale getirdiği pozisyonlar. En önemli özelliği saha içinde liderlik almaktan kaçmaması, soğukkanlılığı ve ikili mücadelelerde kolay kolay yıkılmıyor oluşu. Bunlar onu iyi bir sağ bek yapıyor. Bir de hem hücumda hem de savunmada iki ayaklı olması çok avantaj sağlıyor. Ancak zaman zaman pozisyon üretme konusunda sıkıntı yaşayabiliyor. Ceza sahasına sokulabileceği pozisyonlarda zamanlama hatası yaptığı olabiliyor. Bu noktada her şey takım olarak oyuncuların kimyaların uyuşmasına bağlı. Saha dışında ise karşımızda bir kitap kurdu var. Dostoyevski ve Nietzsche tutkunu. Felsefe, biyografi, teknoloji kitapları ne bulsa okuyanlardan. Alman medyasının futbol dışında sohbetlerde en çok kapısını çaldığı isim. Yapılmış bir sürü edebiyat röportajı var. Beşiktaş’ın filozof taraftar grubu Çarşı tam kendilerine göre bir sağ bek izleyip alkışlamaya hazır olsun.


Nani (Fenerbahçe): Çoğu yıldız futbolcunun geçmişine baktığınızda yokluk, acı ya da kayıplar olduğunu görüyoruz. 1986 yılında Afrika’da doğup Portekiz’de büyüyen Luis Carlos Almeida da Cunha ya da ablasının taktığı ismiyle Nani de zor bir çocukluk geçiren futbolculardan. Yedi yaşındayken babası tatile gittiğini söyleyip evden çıktı ama bir daha geri dönmedi. Oniki yaşındayken bu sefer annesi yoksulluktan kaçmak için Hollanda’ya gitti ve o da dönmedi. Nani teyzesiyle birlikte gençlerin üçte birinin sabıkası olduğu bir kasabada futbola bütün ümitlerini bağlayarak büyüdü. Mahallede top oynadığı arkadaşlarından biri bizler için oldukça tanıdık bir isim: Beşiktaşlı Fernandes.
17 yaşında Sporting Lizbon, 20 yaşında ise Manchester United’a imza attı. İlk zamanlar Cristiano Ronaldo ile aynı evi paylaştı. Para kazanmaya başlayınca önce babası sonra annesi geri döndü. Manchester United’da geçen yedi harika yılın ardından Van Gaal’in gelişiyle Sporting Lisbon’a kiralandı. Alex Ferguson sayesinde her iki ayağını da kullanabilen çok etkili bir kanat oyuncusu haline gelmişti. Hatta 2011 yılında Ballon d’Or’a bile aday gösterildi. Fakat 2012-13 sezonunda sakatlandı ve sonra bir daha tam anlamıyla eski performansına dönemedi. Önce Ferguson’un gözünden düştü, sonra yeni gelen Hollandalı beklentilerini karşılayamadığını öne sürüp eski kulübüne kiralanmasını sağladı.
Her ne kadar karşımızda eski fırtına Nani’yi göremeyecek olsak da, her Portekizli futbolcu için söylenen “Avrupa’nın Brezilyalıları” sözü Nani için de geçerli. Çok hızlı adam eksilten, dripling becerisi yüksek, kolay ve seri çalım atabilen, süratli bir futbolcu Nani. Her iki kanatta da oynayabiliyor. Hızlı hücumlarda durdurulması çok zor. Aynı zamanda gol pozisyonu hazırlayabilen, adeta bir asist makinası. Kanat-forvet olarak oynayabilen ve zaman zaman jeneriklik goller atıp, kendisiyle özdeşleşmiş gol sevinci perende ile de tribünleri coşturan bir futbolcu. Bu tarz futbolcuların hepsinde olan bir özellik maalesef Nani’de de var. Fazla özgüvenin getirdiği bencillikle bazen topu ayağında çok tutuyor, ya da açısı kötü olmasına rağmen gereksiz şut atıp pozisyon harcayabiliyor. Varsın olsun. Şu bir kesin top ayağına her değdiğinde tribünleri ayağa kaldırabilecek bir oyuncu izleyeceğiz bu sezon.

Simon Kjaer (Fenerbahçe): Fenerbahçe’nin 1989 doğumlu, yeni defansı 1.89’luk boyuyla dev bir Danimarkalı. Burada henüz alt yapıda oynarken önce Lille, sonra Real Madrid gibi dev kulüplerin ilgini çekmiş ancak yapılan teklifler yetersiz bulunduğu için yuvadan uçmasına izin verilmemişti. Sonunda ilk profesyonel sezonun ardından önce Palermo, sonra da Wolfsburg forması giydi. Wolfsburg yılları pek de parlak geçmeyince, önce Roma’ya kiralandı, ardından da Lille ile imza attı.
Uzun boyu ve fit vücuduyla bir defans oyuncusu için en önemli özellik olan güç ve sağlamlığa sahip. Tam bir görev adamı. Kendisine verilen taktikleri uygulamakta usta. Frikik de atabiliyor. Soğukkanlı ve az hata yapmaya çalışan, garantici, çalım atmayı sevmeyen bir oyuncu. Ancak kötü geçen Wolfsburg yıllarından sonra maç içinde işler kötü gittiğinde konsantrasyonu çabuk dağılıyor. Bu dev adam birden güven kaybedip, saha içinde pozisyon kaybetmeye başlayabiliyor. Bu gibi durumlar ile karşılaştığında Bruno Alves’in toparlayıcı rolü çok önemli olacaktır.

Robin van Persie (Fenerbahçe): 1983 yılında doğan ve 2014 Dünya Kupası’nda İspanya’ya attığı golle “Uçan Hollandalı” lakabını kazanan van Persie, İngiltere’de iki kez gol kralı olmayı başarmış bir yıldız. Sırasıyla Feyenoord, Arsenal ve Manchester United forması giyen santrafor, özellikle Hollanda’da oynadığı dönemde itaatsiz ve kibir davranışlarıyla eleştirilmişti. Sonra Thiery Henry’li, Bergkamp’lı Arsenal’de zirveye çıktı ve büyük golcü tanımını hak etti. Sadece attığı goller ile değil, Arsenal’de oynadığı dönemde geçirdiği sakatlık sonrası bileğini “at plasentası” ile tedavi ettirdiği yönünde çıkan haberlerle de, İngiliz basınında hep gündem konusu oldu. Genç oyuncular için her zaman iyi bir motivasyoner van Persie. Hatta hatırlayacaksınız Oğuzhan Özyakup her fırsatta ona teşekkür ediyor. Manchester United dönemine ait söylenebilecek en önemli şey tüm kritik maçlarda attığı goller ile takımına kazandırdığı galibiyetler olmalı. Bu galibiyetler sonunda da takımına lig şampiyonluğunu kazandıran isim oldu. 38 lig maçında 26 gol attı.
Kaptanlığını da yaptığı milli takımda da kariyeri pek farklı değil. 98 maçta 49 golü var. Pierre van Hooijdonk ve Dirk Kuyt'tan sonra Fenerbahçe forması giyen üçüncü Hollandalı olacak. Bizlerse en çok uçarak atacağı golleri heyecanla bekliyoruz.

Lukas Podolski (Galatasaray): Aslında 1985 yılında Polonya’da doğan Podolski, ailesiyle birlikte çocuk yaşta Friedland Mülteci Kampı’na göç edince Almanya macerası başladı. İleri ki yıllarda milli takım forması seçeceği zaman da tercihini Almanya’dan yana kullanacaktı. Profesyonel futbolda ilk üç yılını Köln’de geçirdikten sonra, her ne kadar takımın en golcü ismi de olsa, Köln küme düşerken, o da Bayern Munih’e imza attı. Burada geniş kadro sebebiyle hiç bir zaman ilk 11 oyuncusu olamadı ama toplamda 106 maça çıkıp 26 gol attı. Sonra yine eski takımı Köln tarafından transfer edilmek istendi. Hatta kulüp onu transfer edecek kaynağı yaratmak için ilginç bir yönteme başvurdu. Bir web sitesi açarak Podolski’nin 8×8 piksellik bir fotoğrafının piksellerini satışa çıkardı. F1 pilotu Schumacher de yaklaşık 900 avro ödeyerek bu piksellerden satın aldı. Podolski’de 2014 yılı geldiğinde Dünya Kupası’nı efsane F1 pilotu Michael Schumacher’e adayacaktı. Tıpkı Taffarel’in 1994 Dünya Kupası’nı Ayrton Senna’ya adaması gibi. II. Köln yılları yine birbiri ardına goller ama yine küme düşen bir takım. Podolski bu sefer rotayı İngiltere’ye çevirdi ve üç yıl boyunca Arsenal’in önemli oyuncularından biri oldu. İlk sezonunda yıldızlaşmış olmasına rağmen sonrasında uzun süren bir sakatlık nedeniyle sahalardan uzak kaldı. Kariyerindeki tek tatsız olay, 2009’da Galler’le karşılaştıkları Dünya Kupası grup eleme maçında, bir pozisyon üzerine takım kaptanı Michael Ballack ile tartışıp tokat atmasıdır.
Podolski’nin en önemli özelliği kanatta oynamasına rağmen golcü bir futbolcu olması. Kilit açan, gol atamazsa attıran bir oyuncu. İyi bir şut tekniği var ve Galatasaray’ın ihtiyacı olan hücumda bitiriciliği yapabilir.

Stéphane M’Bia (Trabzonspor): 1986 doğumlu olan Kamerunlu oyuncu tıpkı Kjaer gibi devasa bir fiziğe sahip. Bugüne kadar oynadığı takımlarda hiç de fena sayılmayacak goller de atmış olan bir futbolcu. Bunu özellikle içe hızlı kat edebildiği koşularla sağlıyor. Boşluğu iyi belirleyip öldürücü koşular yapmakta zorlanmıyor. Fizik gücünü prese çevirmeyi de çok iyi becerebildiğini söylemeye gerek yok. Hem defansif orta saha hem de stoper olarak oynayabilir. Duran toplarda oldukça etkili.
Son iki sezondur sakatlıklar yüzünden oldukça sıkıntılar yaşayan oyuncu maalesef Trabzon’a da gelir gelmez, daha ilk idmanda sakatlandı. Bu noktada Trabzonspor sağlık ekibinin ona özel bir beslenme ve egzersiz planı hazırlamaları şart gözüküyor. Bir zamanlar hem Galatasaray hem de Trabzonspor da oynamış olan Rigobert Song onun için şöyle diyor:
“Kale kapısı gibi güçlüdür, güven verir. Orta sahada yanında oynayan teknik oyuncuyu çok rahatlatır. Biraz duygusaldır ama sahada yüksek konsantrasyonla oynar.”
Milli takımdan arkadaşı Webo ise şöyle diyor:
“Benim profesyonelliğimi bilirsiniz. İşte M’Bia benim 3 katım daha profesyonel.”
Kariyerinde canını en çok sıkan olay da yine yolu Türkiye’den geçmiş bir futbolcuyla yaşanmıştı. Fransa’da Rennes’de oynarken Milan Baros da Lyon forması giyiyordu. M’Bia’nın yoğun markajından bunalan Baros, bir pozisyonda yaşanan tartışmayla M’Bia’nın yüzüne “çok kötü kokuyorsun” anlamında burnunu tutarak ırkçı bir hakarette bulunmuştu. Baros bu olayla sadece 3 maç ceza almayıp, aslında ömür boyu arkasında taşıyacağı bir kötü bir ize de imza atmıştı.

No Pirlo No Party


Başbakan da diyen var, mimar da. Karizmatik olmak için Ronaldo gibi baklavaları yok belki ama sakalı var. İsmine yapılan tişörtleri var. Kitap serisi olabilecek kadar çok farklı fotoğrafları var: Pirlo tatilde, Pirlo şarap yapıyor, Pirlo Woody Allen izliyor, Pirlo evin bütün ışıklarını tek bir futbol topu ile kapatıyor, Pirlo kızlarla... Bugüne kadar çıktığı hiç bir stadyumda yuhalanmamış bu karizmatik adam şimdi de Avrupa kıtasına veda ediyor.


“Güzellik” nedir? Hiç şüphesiz bir çoğunuzun aklına önce  sarışın, esmer, kumral beğendiğiniz bir aktris gelir, ya da geçen gün yolda gördüğünüz hiç tanımadığınız bir kadın. Peki, kadınları bir kenara bırakıp, futbol başlığı içinde “güzellik” nedir diye tekrar sorsam size? Yüzyıllardır güzellik kavramı felsefecilerin tartışma konusu olmuştur. Bugüne kadar yapılan tanımlamalar içinde doğruya en yakın cevabı Tolstoy vermiş:

“Güzellik, bizde herhangi bir arzu uyandırmadan, bize zevk/haz veren şeydir.”

Şimdi bu tanımı yeşil sahalara çevirdiğimizde, bir sürü farklı cevap gelecektir. Messi, Ronaldo, Iniesta. Liste uzar gider. Mekanikleşen futbol dünyasında bütün bu isimler iyi oyun sergiliyorlar, şüphe yok. Ama o kalabalık listede yalnızlaşan ve az kalmış sanatçılardan öyle bir isim var ki, işte ona belki de futbolun Da Vinci’si demek gerekir. Başbakan, mimar, maestro nam-ı diğer Andrea Pirlo.

Brescia’da, İtalya futbolunun tam göbeğinde, futbolu “10 numara”ların yönettiği bir düzende doğdu. Erkek kardeşi ile birlikte Brescia alt yapısında futbola başladı. Sonraları biri alt liglerde yola devam ederken, Pirlo milli formayı da kapıp, U15, U18, U21 milli takımlarında kaptanlık yapacaktı. Aslında Brescia Pirlo için sadece bir basamaktı. Ondaki yeteneği ilk, bize çok tanıdık bir isim Mircea Lucescu keşfetti. İtalya’da “catenaccio” yani asma kilit diye bilinen defansif futbol anlayışının hakim olduğu bir düzende, oyun kurabilen ve oyunu her iki yönde oynayabilen oyuncular bir de gençse altın değerindedir. Bunu çok iyi bilen Lucescu, bu altın genci henüz 18 yaşındayken Inter’e transfer etti.



Deep Lying Midfielder

Ancak Inter bulduğu cevherin kıymetini bilemedi. O sezon ligde kötü gidişin faturası Pirlo’ya kesildi ve 22 maçın ardından eski takımına geri kiralandı. Aslında kariyerinin dönüm noktası da ondan sonra başladı. O dönem Roberto Baggio da Brescia’da oynuyordu. Antrenör Carlo Mazzone, Pirlo’ya 5 numaralı formayı verdi. Ondan tek isteği defanstan topu alıp takımın hücumuna yön vermesiydi. O dönem Dario Hubner en önde, 10 numarada ise Roberto Baggio’yu oynatıyordu. O sezon geri kalan maçlarda hiç mağlubiyet görmeden ligde kalmayı başardılar. 2001 yılında Pep Guardiola’nın da yolu Brescia’dan geçti. Bugünün başarılı teknik adamı, İtalya’ya veda ederken o günlerde Pirlo için şunları söylemişti:

“Çağımızın neredeyse bütün orta sahalarının endişesi savunma. Benim gibi oyunun her iki yönünü de oynamaya çalışan futbolcuların soyu tükeniyor. 20 yıl önce benim tarzımda pek çok futbolcuyu görebilirdiniz. Ben bugün baktığımda sadece Pirlo’yu görüyorum.

2000 U21 Avrupa Şampiyonası’nda İtalyan Milli Takımı’nın kaptanı olan Pirlo, turnuvanın hem “En Değerli Futbolcusu” seçilip hem de gol kralı olunca, Cesare Maldini’nin dikkatini çekti. Elindeki cevherin kıymetini bilemeyen Inter, Pirlo’yu ezeli rakibine kaybederken, taraftarların ise her maçta ah’lar vah’lar çekeceği günler başlıyordu. Carlo Ancelotti ile kendini bulan Pirlo, Milan’da Rui Costa (daha sonra yerine Kaka gelecekti), Gattuso, Seedorf ile voltran oluşturdukları orta sahanın beyni oldu. Ligin en çok, en isabetli pas yapan, en çok topla oynayan oyuncusuydu. Gattuso onun için şöyle diyor:

“Bazen Andrea’nın topla neler yapabildiğini izlediğimde, profesyonel futbolcu olabilecek kadar iyi olup olmadığımı sorguluyorum.”

Milan’da geçirdiği ilk üç sezonda Serie A, İtalya Kupası ve Şampiyonlar Ligi şampiyonluklarını tattı. Ancak yine de ligde Milan’ın başedemediği kuvvetli bir Juventus rüzgarı vardı. Gerçi o rüzgarın sonradan “Calciopoli” rüzgarı olduğu anlaşılacaktı. Takvimler 2005 yılını gösterdiğinde İstanbul tarihin en çok konuşulacak Şampiyonlar Ligi finaline ev sahipliği yapıyordu.



İstanbul’da futbolu bırakmak istedim

İlk yarıyı 3-0 önde kapatan Milan, ikinci yarıda ne olduğunu anlamadan üç gol yiyip, penaltılarda kupayı Liverpool’a kaybetmişti. O gün penaltıyı kaçıranlardan biri de Pirlo’ydu. O geceyi sonradan yazdığı “Düşünüyorum öyleyse oynayabilirim” isimli biyografisinde şöyle anlatıyor:

“O mağlubiyetten sonra hiç bir şey mantıklı gelmemeye başladı. Soyunma odasında bir grup gerizekalı gibi oturduk. Konuşamıyorduk, hareket edemiyorduk. Üstünden saatler geçtikten sonra yaralar daha da belirginleşti. Uykusuzluk, öfke, depresyon, hiçlik duygusu. Bir çok semptom içeren yeni bir illet yaratmıştık: İstanbul sendromu. Artık bir futbolcu gibi hissetmiyordum. Bir anda futbol en önemsiz şey haline gelmişti, muhtemelen aslında en önemli şey olduğu için. Acı verici bir tezat. Futbolu bırakmayı bile düşündüm. Artık her gece yatağa Jerzy Dudek ve Liverpoollu takım arkadaşlarıyla gider olmuştum. O maçı bir daha asla izlemedim.

Bu histen halen tamamıyla kurtulabilmiş değilim. Bir pası berbat etsem suçlusunu o günlerden kalma travmatik etki olarak görüyorum. Birileri Milanello’nun duvarlarındaki şampiyonluk fotoğraflarının yanına siyah kurdeleler asıp o maçı ölümsüzleştirmemizi, böylece gençlere yenilmezlik hissine kapılmanın nasıl aldatacağı bir maske olduğunu hatırlatmamızı önermişti. Çok utanç verici ama bugüne kadar ki diğer tüm başarıların önemini de arttırdığı maalesef bir gerçek.”

2006 yılında Almanya’da düzenlenen Dünya Kupası Pirlo’yu kendine getirdi. Yaşlı denilen İtalya kupayı Pirlo'nun efsane futboluyla evine götürüyordu. Bir yıl sonra Şampiyonlar Ligi finalinde iki eski düşman Milan ve Liverpool yine karşılaştı. İstanbul sendromuna son vermek için tek çareydi. Milan imzayı “intikam soğuk yenen bir yemektir” diyerek attı.

Ancelotti, Chelsea’yi çalıştırmaya başladığında Pirlo’nun da kendisine katılmasını çok istedi. Aslında Pirlo’nun da gönlü bu evlilikten yanaydı. Ancak istediği şeyleri almak için her zaman bir yolunu bulan Berlusconi bu transferin önünü kesti. O dönem Real Madrid ‘de oynayan Huntelaar’ı aldıklarını, takımda standartı belirleyen adamın Pirlo olduğunu, takımın sembolü olduğunu ve bırakıp gitmemesi gerektiğini anlattı. Berlusconi bu, işini sağlama alır. Bir yandan da Chelsea’den karşılayamayacakları bir transfer bedeli ve Ivanovic’i istediler. Sonuçta Pirlo kaldı. Ancak iki sene sonra aynı Milan bir gençleştirme operasyonu ile ilk neşteri Pirlo’ya vurur.  Yeni gelen teknik direktör Massimiliano Allegri, Mark van Bommel’i transfer edip Pirlo’nun bölgesinde oynatmaya başlamıştır bile. Sonraları Berlusconi onun ayrılışı için şöyle diyecekti:

“Onun vedası hala içimi yakıyor. Hocasıyla iyi ilişkiler kuramadığı için ayrıldı, oysa biz onu asla bırakmak istemiyorduk.”

Politikanın yarısı aslında iyi yalan söyleyebilme sanatıdır. Berlusconi de bunu çok iyi yapabilen politikacılardan biri olduğunu kanıtlıyordu. Çünkü Pirlo’nun ayrılık sebebi, hocasıyla anlaşamamak değil, önüne koyulan çok komik bir sözleşme bedeliydi.

Pirlo 2011 yazında, Calciopoli skandalının izlerini üzerinden silmeye çalışan Juventus’un yolunu tuttu. Vidal, Del Piero, Buffon, Chiellini ve Pirlo kulübü yeniden ayağa kaldırmaya niyetliydi. İtalyan futbolu artık yeni virtüözünü yaratmış, kaliteli serbest vuruşları, baş döndürücü tekniğiyle Pirlo’nun önderliğinde Juventus savunmada sert, hücumda yaratıcı bir oyun oynamaya başlamıştı. 2012 Avrupa Şampiyonası’nda bir kez daha en değerli oyuncu seçildi. İngiltere maçında attığı Panenka penaltısı onunla bir kez daha doğdu. O ise yine mütevaziliği elden bırakmayıp, müthiş penaltının ardından mikrofonlara şöyle demişti:

“Maçın ardından bir çok uzman o vuruş hakkında fikir belirtti; intikam alma arzusu, maçlardan önce özel çalışmasını yaptığım bir şey vs. Böylesine ekstrem bir şeyi önceden planlayabilir misiniz? Eğer cevabınız evetse ya Totti, ya bir kahin, ya da bir aptalsınızdır.” 

Topa hakimiyeti, kusursuz saha görüşü, mesafe tanımadan kaleyi bulan sert şutları, Pirlo’yu klasik bir 10 numaradan çok farklı bir noktaya taşıdı. Orta sahaların fizikli, sert ve yatarak müdahalelerde başarılı olması gerekmediğini ispatladı.  O aslında hep aynı futbolu oynadı. Yirmi yıla yaklaşan kariyerinde, 6 İtalya şampiyonluğu, 2 Şampiyonlar Ligi, 2 Süper Kupa, 1 Dünya Kulüpler Şampiyonluğu, 1 Dünya Şampiyonluğu ve sayısız bireysel başarıya imza attı. Oyunun oynayıcısı olmaktan çok yöneticisi oldu. Attığı her pas yönetme biçimin bir örneği, attığı her gol mimarlığının eseriydi. Rakip kaleye sadece serbest vuruş için yaklaşıp, onları da sonuçta gole çeviriyordu. Herkes futbolu bırakmasını beklerken o yine yanılttı. Kaptanlığını yaptığı Juventus ile arka arkaya dört şampiyonluğun ardından, futbol devi Real Madrid’i saf dışı bırakarak takımını Şampiyonlar Ligi finaline taşıdı.

Şimdi yola Amerika’da devam edecek. Ayağının tozuyla kafasında bir New York şapkasıyla soluğu beyzbol maçında aldı. Futbola sonradan ısınan Amerikalıların, bu karizmatik İtalyan’ı çok kısa sürede sahipleneceği aşikar. Gelecek ile ilgili bilinen tek planı ise asla antrenörlük yapmayacağı. Futbolu bırakınca ismi hangi takımlı olarak anılacak dersiniz? Milan’lı Pirlo mu, Juventus’lu Pirlo mu? Rakamlar Milan’dan yana ama ne fark eder ki, asistleri, frikikleri, futbol zekası ve karizması ile yeri doldurulması zor bir dahi, bir derviş.

Filmin başladığı yere Brescia’ya geri dönecek olursak, o zaman ki kulüp başkanı Gino Corioni aslında Pirlo’nun neden farklı olduğunu en iyi anlatabilecek adam:

“Bir gün çok yetenekli bir çocuk izledik, adı Andrea Pirlo’ydu. Babası ile konuşurken çocuk yanıma geldi ve bana ‘Ben dünyanın en iyi futbolcusuyum’ dedi. Ve gerçekten öyle çıktı.”