26 Ağustos 2013 Pazartesi

Bursaspor "derbisi"

Tartışmasız uzun süredir ligde gördüğümüz seyir keyfi en yüksek maçlardan biriydi Bursaspor-Galatasaray karşılaşması. Tempo, mücadele, pozisyon, kısacası her şeyin olduğu, iki takımın da açık oynadığı bir karşılaşmaydı.

Bursaspor bu sezon ligin en zor deplasmanlarından biri olacağı sinyalini verdi. Civelli’nin yavaş yavaş kendini bulduğu, özellikle hücumda hava toplarındaki etkinliği gözden kaçmıyorken, Belluschi’nin de takıma dönmesiyle yeşil beyazlı ekibin orta sahası canlandı. Zaten 62. dakikada üst direkte patlayan şutu da bunun bir meyvesiydi. Burada Belluschi’ye ayrı bir parantez açmak lazım. Çünkü  iyi futbolunun yanı sıra, takım arkadaşı Şamil’in Hamit’e yaptığı faulden sonra herkes pozisyona itiraz ederken, o Şamil’e neden faul yaptığını soruyordu.

Bursaspor’da altı çizilmesi gereken bir diğer isim de tabii ki Enes. Babası da eski Bursasporlu bir futbolcu (Mesut Unal) olan Enes ligin en genç gol atan oyuncusu olarak “şimdilik” tarihe geçti. İster istemez insanın aklına Premier League tarihinin en genç gol atan oyuncusu Wayne Rooney geliyor ki, o zamanlar 17 yaşındaydı. Ne diyelim, biz severiz gençleri parlatıp erken yıldız yapıp, yarım sezonda o yıldızı söndürmeyi, dilerim Enes’i “genç Enes, yıldız Enes” yakıştırmalarından uzak tutup korumayı becerebiliriz. Maç sonunda Burak Yılmaz’ın Enes’i tebrik etmesi de yine gecenin şık hareketlerinden biriydi.

Galatasaray mevcut kadrosuyla oyun içinde zaman zaman çift/tek forvet varyasyonuna gidiyor. Tek forvet ve hemen arkasında onu besleyen bir Sneijder ile oynadığında şüphesiz Sneijder’den de daha fazla verim alıyor. Çift forvette ise orta saha direncini yüksek tutmak için Sneijder’i mecburen sol tarafta oynatıyor ki, bu sefer de tam kapasite verim alamıyor. Yine “Selçuk pek etkili değildi maç boyunca” diye eleştiriliyor olsa da, Bursaspor’dan Murat ve Şamil’in Selçuk’a yaptığı nöbetleşe savunmayı da göz ardı etmemek lazım.

Maçın belki de kaderini değiştiren en kritik an 66. dakikada Drogba’nın oyundan alınıp Emre Çolak’ın girmesiydi. Bursaspor gibi tempolu oynayan ve savunmayı orta sahaya kadar çıkaran bir takıma karşı, topu ayağında tutan, rakibi oyalayan, rakip baskı kurduysa baskıyı hafifletebilecek bir Drogba’nın oyundan erken alınması, beraberlik golüne uygun bir zemin hazırladı. Maçtan sonra “Drogba erken oyundan alınışına tepki gösterdi” diye dedikodu kazanı yine kaynamaya başladı. Artık şu oyuncu surat astı, bu oyuncu mutsuz gibi yakıştırmaları keşke bir kenara bıraksak. Maç stresi ve adrenali içinde futbolcuların bu tip tepkiler vermesi gayet normal. Değişiklik kararının zamanlaması hatalıdır, olabilir ancak olayın “magazinsel” kısmı değil bu boyutu tartışılmalı sadece.

Galatasaray için asıl alarm ise yedek kulübesindeki etkili yerli oyuncu eksikliği olmalı. Dün maçı izlerken bir an orta sahada iki Türk oyuncu sakatlansa, takım 11’i nasıl değişir, lig performansı nasıl etkilenir diye düşünmeden edemedim. Bunda yabancı sınırlamasının etkisi tabii ki büyük. Ancak hedeflerini büyük koyan yönetimin bu riski de göz ardı etmemesinde fayda var.

Sonuç olarak maçın manşeti ne diye sorsanız, “Üç büyüklerin bu Bursaspor ile oynadığı maçlara da derbi diyelim” derim.



23 Ağustos 2013 Cuma

Fatih Terim-Galatasaray-Milli Takım üçgeni

İki gündür futbolsever herkes nefesini tutmuş Fatih Terim-Galatasaray-Milli Takım üçgeninden çıkacak sonucu bekliyordu. Başarısız tablo çizen Milli Takım için hiç şüphe yok ki, en doğru isim Fatih Terim. Ancak zamanlama sebebiyle “derin Galatasaray’dan tutun da rakiplerin Galatasaray’ı bitirmek için ortaya attığı bir proje” olduğuna kadar bir çok komplo teorisi ortalıkta dolaştı.

İşin bu kısmına, varsayımlara hiç değinmek istemiyorum. Benim için bu sürecin ve kararın iki önemli sonucu var. Birincisi “ne yazık ki Türk futbolunun hali”. Alt yapısı üretemeyen, yabancı yıldızlara bağımlı ve konu Milli Takım çalıştırmak olduğunda sadece tek bir Hoca’nın kurtarıcı rolü oynayabildiği bir futbol yapısından bahsediyoruz. Sokak aralarında bile top peşinde koşulan bu ülkede ne hak ettiği kadar futbolcu ne de teknik direktör yetiştirebiliyoruz. Profesyonel kulüp yöneticiliğini bilmiyor, bazı yöneticilerin rekabetle nefreti birbirine karıştırması sonucu, taraftarları deplasmana götüremiyoruz. Ancak diğer yandan uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapmaktan bahsediyoruz.

Bu mevzuu o kadar uzun ve derin ki, değil yazı kitap konusu olur. O yüzden bunu bırakıp ikinci sonuca geçelim, yani Fatih Terim’e. Galatasaray’ın ciddi yatırımlar yaptığı, Avrupa’ya gözünü çevirdiği ve sürekli yükselen başarı peşinde koştuğu dönemde, Fatih Hoca ile yolların ayrılması ihtimali taraftarın Florya’ya dökülmesine sebep oldu. Ve biz bir kez daha anladık ki, Fatih Hoca Türk futbolunun çok daha üzerinde bir akil adam. Bunu sadece “her başı sıkışanın” kendisine başvurmasını referans alarak söylemiyorum. Hoca;
  • ·      Her çeşit futbolcuyu “koşan/oynayan” oyuncuya dönüştürür.
  • ·      Çalıştığı kulübün başkanı ile sorun yaşasa bile takımın tek yöneticisi her zaman kendisidir. Ne ilk 11’ine, ne başarısına, ne başarısızlığına karıştırır.
  • ·      Yıldız oyuncu kaprisi yaşamaz, yaşatmaz.
  • ·      Taraftarın sadece Hocası değil, bazen kaybedilmiş bir babanın boşluğudur.
İşte bu yüzden farklıdır. Seveni çoktur, sevmeyeni de. Ama her sevmeyen içinde “keşke bizim takımı çalıştırsa” özlemi taşır. Her futbolcu kendi futbolcusudur. İşte bu yüzden ezeli rakiplerine karşı çıktığı maçlarda bile rakip futbolcular maçtan sonra gelip ona sarılır.

Bugün bakıyorum, bir çok futbol adamı Hoca’nın hem Galatasaray hem Milli Takım’ı çalıştırmasını eleştiriyor. “Bu sistemle her iki takım da başarılı olamazmış, bu bir çeşit kumarmış” gibi düşünceler var. Ben Hoca’nın “yine” başarılı olacağına inanıyorum. Çünkü her şeyden önce en büyük silahı samimiyeti. Hiç bir karşılık beklemeden “milli dava” diye yola çıkan bir teknik direktörle, futbolcuların çok daha “milli” oynayacağına yani savaşacağına inanıyorum. Önümüzdeki ilk maça çıkarken soyunma odasında “amiyane tabiriyle verilecek gazı” hayal edebiliyorum.  Böyle zor bir tempoya Türkiye’de başka hangi Hoca cesaret edip, “varım” derdi diye düşününce Fatih Hoca’dan başkası aklıma gelmiyor. O yüzden başarısızlık beklentisi içindeki herkese tek bir şey söylemek aklıma geliyor;    
“Yel kayadan ancak toz alır”

14 Ağustos 2013 Çarşamba

Dünya Kupası Tarihi - André Fidusi

Sanatçı André Fidusi harika bir poster çalışması yapmış. İlk kupadan günümüze Dünya Kupası tarihi...İyi eğlenceler:)


12 Ağustos 2013 Pazartesi

Süper Kupa'nın kazananları/kaybedenleri

Hazırlık maçlarını saymazsak, ligin en iyi iki takımının sezona merhaba dediği bir maç için seyir zevki ortalama olan bir Süper Kupa finaliydi. Son lig şampiyonu Galatasaray, tatile çıkarken taraftarlarında başta defans olmak üzere eksik bölgelerde transfer beklentisi oluşturmuştu. Ancak dün akşam ezeli rakibinin karşısına transfersiz bir ilk 11 ile çıkması, ister yabancı sınırlaması deyin ister Hoca tercihi, hepimizi şaşırttı.

Geçen sezondan bu yana Galatasaray’da en büyük değişiklik Melo ve Sneijder’in yükselen form grafiği. Özellikle Sneijder’in bu sezon Drogba ile daha uyumlu oynayıp rakipler için tehlike yaratacağına inanıyorum. “Bir yıldız oyuncu kötü gününde bile olsa kendini alkışlatır”, cümlesine Drogba dün gece  hepimizi inandırdı. Maç boyunca bir çok kolay pozisyonu etkili kullanamayan oyuncu, ön direk organizasyonu ve çabukluğuyla, zor olanı yaptı ve kötü gününde bile takımına kupayı getiren golü attı. Fatih Hoca’nın 6. yabancı hakkı ve Topuz için tercih ettiği Amrabat, yetenekleri olan, pozisyon bulan, kaleye yaklaşan bir oyuncu. Ancak halen son vuruşlardaki etkisizliği dikkate çarpıyor. Daha basit oynayıp, pozisyon sonuçlandırsa, bu sezon özellikle de Şampiyonlar Ligi için önemli bir silah haline gelir. Sonuç olarak, Galatasaray sezona hazır mı diye soracak olsak, dün akşama göre cevap, "henüz değil". Özellikle 10 kişi kalan rakibinin karşısında sergilediği oyun eminim takımın Hocasını da pek memnun etmemiştir.

Fenerbahçe ise oldukça faydalı bir transferi ile sahaya çıktı, Bruno Alves. Neredeyse defansı toparlayan tek adam diyebiliriz. Bu kadar deneyimli, başarılı ilk müdahaleler yapan bir stoperin aynı zamanda kırmızı kart görmeye bu kadar yatkın olması ise Fenerbahçe’nin bu sezon en büyük handikapı olacağa benziyor. Burada küçük bir not: Alves’in kariyerine bakınca yaklaşık 4 maçta bir kart görmek gibi bir istatistiği var.

Alves atıldıktan sonra hepimiz Ersun Hoca’dan daha hızlı bir hamle bekledik. Geciken değişiklik ve daha da önemlisi çıkması gereken etkisiz Emre yerine Baroni tercihi, rakibin daha kolay tehlike yaratmasına sebep oldu. Emre oynadığı pozisyon itibariyle formsuz olmasına tahammül edilemeyecek bir oyuncu. İtalyan futboluna meraklı olanlar bilir, iki tip oyun kurucudan biri olan “regista” Fenerbahçe’de Emre’nin pozisyonudur. Yani top tekniği yüksek, etkili ara paslar ile takımını hızlı atağa çıkaran ve hepsinden önemlisi oyun kurmaya merkez orta sahada değil, defansın hemen önünde başlayan tip oyuncular. İşte bu pozisyonda oynayan Emre’nin etkisizliği, daima tehlikeli bölgede rakibe top kaybı ile sonuçlanacaktır. Diğer yandan dün geceki maç bir soruyu tekrar akıllara getirdi: Fenerbahçe’nin 10 numarası kim?

120 dakikalık Süper Kupa’nın iki kazananı, iki kaybedeni oldu. Galatasaray kupayı evine götürerek kazandı. Fenerbahçe ise eğer güvenip, "Volkan’dan bağımsız" forma şansı verirse, Mert’ten -dün akşamkinden çok daha iyi olabilecek- bir kaleci kazandı.

Kaybedenler mi? Onlar aynı, değişmedi. Rakibi alkışlama kültürümüz zaten yok lakin hakkıyla mücadele eden kendi takımını alkışlamayıp, tebrik etmeden stadı terk eden bir başkan...Ve devlet büyüklerinin ricasıyla zoraki bir arada oturup, bu tablonun trajikomik bir şekilde haber niteliği taşımasına sebep olan iki başkan. Sonuç? Kupa, kaybedenlerin olduğu tribünde verilmiş olsa da, sahada futbol kazandı.