31 Aralık 2012 Pazartesi

Sezonun İlk Yarısının "EN"leri


Herkesin biten 2012 yılının ardından, geride kalan senenin EN’lerini seçtiği şu günlerde, ben de ilk yarısı biten 2012/2013 sezonunun EN’lerini sıralamak istedim.
2012-13 Süper Toto Süper Ligin İlk Yarısının:

EN İyi Transferi: Burak Yılmaz
EN Havası Sönen Futbolcu: Quaresma
EN İyi Kalecisi: Onur Kıvrak
EN İyi Stoperi: Semih Kaya
EN Yalnız Santraforu: Moussa Sow
EN Geçmişe Göre Farkını Hissettiren Futbolcusu: Hugo Almeida
EN Atak Başlatan Futbolcusu: Rodrigo Tello
EN Hayalet Futbolcusu: Batuhan Karadeniz
EN Umut Vaad Eden Futbolcusu: Oğuzhan Özyakup
EN İç Burkan Sakatlığı: İsmail Köybaşı
EN Çok Üzen Vedası: Alex de Souza

EN Sürpriz Maçı: Beşiktaş-Eskişehirspor maçı
EN Popüler Yemeği: Menemen
EN Centilmen Taraftarı: AkHisar BelediyeSpor Taraftarları (Antalyaspor maçında yağan şiddetli yağmurun altında kaldıkları için deplasman taraftarlarını kendi tribünlerine davet edip, maçı birlikte izlediler)
EN Erken Atılan Gol: Sivasspor-Galatasaray maçında 45. Saniyede Umut Bulut’un golü
EN Unutulmaz Anı: Elazığspor maçında Melo'nun penaltı kurtarışı
EN İstenmeyen Görüntü: Meireles (Galatasaray-Fenerbahçe maçında hakeme yaptığı uygunsuz hareketler)
EN Alkışlanması Gereken Teknik Direktörü: Mesut Bakkal

EN Başarılı Takımı: Antalyaspor
EN Sürpriz Takımı: Beşiktaş
EN Yüzü Gülen Takımı: Galatasaray
EN Defansif Takımı: Trabzonspor
EN Ofansif Takımı: Galatasaray
EN Çok Kendi Kalesine Gol Atan Takımı: Fenerbahçe (Bursaspor maçında Serdar Kesimal, Galatasaray maçında Bekir İrtegün)
EN Çok Gol Atan Takımı: Beşiktaş
EN Çok Gol Yiyen Takımı: Kayserispor

Herkese önce sağlıklı, sonra da yüzünüzden gülümsemenin eksik olmadığı, hoşgörülü ve huzur dolu bir yıl dilerim. İyi seneler!

24 Aralık 2012 Pazartesi

Rus Ruleti


Trabzon’da Sotka Mahallesi, emekçilerin, dar gelirlilerin yaşadığı bir yer… Burada bir adam yaşıyor, yemeni yapıyor, çarık işliyor. Çocuğu futbol oynuyor ama dedik ya dar gelirli bir mahalle, futbol topu bile yok çocuğun. Bu yüzden evlerinin kapılarını kale yapıyor, arkadaşları da ona sıkılmış limon kabuklarıyla şut çekiyor. Zamanla bu çocuk kentin en önemli takımı Trabzonspor’a transfer oluyor. Ama bu kez de eldiveni yok. Zonguldak’taki kömür işçilerinden eldiven istiyor ve o işçilerin gönderdiği eldivenlerle kalecilik yapıyor. Aynı zamanda eğitim enstitüsünü bitiriyor, öğretmen çıkıyor bu çocuk. O dönemlerde dünyadaki Avrupa-Amerika çatışmasının bir benzeri Türkiye’de yaşanıyor. Adı İstanbul-Anadolu çatışması. Üç büyükler kendi kurdukları üçgenden dışarı hiçbir şey vermiyorken, bunu bozan Trabzonspor oluyor. Bu kaleci daha sonra kendi ülkesinin milli takımının başına geliyor. Dünya Kupası’nda 7 maç oynanıyor. Daha once hiç finallere kalamamış Türkiye’yle gruptan çıkıyor ve 7 maçın tamamını oynuyor. Son maç final değil de üçüncülük maçı. Yarı finali gösteriyor, yenildiği Brezilya da şampiyon oluyor zaten. Bir maçtan sonra soyunma odasında kavga eden oyuncularına “Herşeyinizi kaybedebilirsiniz ama arkadaşlığınızı kaybetmeyeceksiniz, önemli olan budur” diyor. Böyle bir teknik direktör işte.

Bazı adamları futbola çok yakıştırırım. Şenol Güneş de onların başında gelir. Konu sadece başarı değil, insanın anlatacak bir sözü de olmalı. Yeri geldiğinde Mevlana’dan, Yunus Emre’den alıntılar yapmayı çok iyi bilen bir toplum olarak, o sözlerin kaç tanesini özümser de, hayatımıza uygularız…Hiç… Şenol Hoca öyle değildir. Mesela Kazım Koyuncu dinler her Trabzonlu gibi, ve tıpkı Kazım'ın sözleri gibi yaşar Trabzonspor'u, hayatı.

                                                                      ***

Dün akşam ki maça gelince, iki takımın da orta saha oyuncuları pres yapamadı, iyi top taşıyamadı, falan filan... İşin futbol kısmı önemsizmiş gibi konuşuyorum çünkü konuşulması gereken çok daha önemli birşey var. İlk yarı bittiğinde günümüz haber kanalı Twitter’da okuduklarım beni dehşete düşürdü. Diğer takımların taraftarı olan “bazıları” maçı fazla dostça bulmaktan yakınıyordu. Trabzonspor taraftarı için  “biz geldiğimizde küfür ederler, şimdi Galatasaray’a niye etmiyorlar”, “bu oynanan lig maçı değil de dostluk maçı mı” gibi, şuurdan uzak tespitleri okuyunca, noluyor dedim. Siz ne zaman bu hale geldiniz? Hani işine gelince kimsenin dilinden düşüremediği spor, dostluk, barış’a ne oldu? Taraftar küfür etse, futbolcular birbirine dirsek atsa mutlu olacak ne çok akbaba varmış meğerse.

Tam da böyle düşünürken ikinci yarı başladı, küfür kıyamet. Burak'a atılan madeni para boğazına isabet etti, ortalığı yatıştırmaya gelen Giray da bir anda kendini yerde buldu. Anlayacağınız Trabzonspor taraftarı tam rus ruleti gibi, bazen rakip takımın oyuncusunu vuruyor, bazen kendini. Neyse ki ciddi bir sakatlık olmadı. Ancak geriye şu soruyu bıraktı:
Ya Burak boğazına gelen cisimden dolayı nefes alamayıp yere yığılsaydı?
Ya Giray'ın yüzünde kalıcı bir hasar bıraksaydı?

O taraftarlar herkesten daha mı çok Trabzonsporlu olacaktı? Ya da sosyal medyadaki "gerginlik avcıları" daha mı huzurlu uyuyacaktı? Kimse düşman üreterek bir yere varamaz, dost bulmak lazım. İşte bu yüzden Hamit'in formasındaki ayyıldızı taraftara göstermesi sahadaki futbol adına en şık hareketti. İşte bu yüzden yazıya Şenol Hoca'yı anlatarak başladım. Hoca maç sonu açıklamaları ile yine ders verdi futbol alimlerine:

"O oyuncular bir vakit bize hizmet ettiler, şu anda da milli takımın oyuncuları. Ben de üzüldüm gidişlerine, ama tepkilerimizi kontrol etmeliyiz. Ancak o zaman büyük kulüp oluruz, herkes de bizi kıskanır, gıpta eder. Türk futboluna dinamizm katan bir şehir olarak böyle yanlışlara izin vermek istemiyoruz."

                                                                    ***

Yöneticinin kulübü kümese, futbolcuyu tavuğa benzettiği, futbolcunun kimseyi umursamadığı düzende, Şenol Hoca yine çok büyük sözler bıraktı geriye. Herkes dinledi, alkışladı, 'büyüksün Hoca' dedi, ancak kaç kişi anladı derseniz, bilmiyorum. Bu sorunun cevabını anlamak için ise önümüzdeki maçlara bakacağız. 

Bir de eğer sabırla bu yazıyı buraya kadar okuyup, "ne diyor bu yaa, maçın ardından yaza yaza bunu mu yazmış" diyenler varsa, onlar için de şunu söyleyelim:

Sakatlık sonrası Henrique hala toparlayamadı, sahada etkisizdi
Özellikle Halil ile Henrique'nin ağır kalması yüzünden Trabzonspor yakaladığında iyi çıkamadı
Zokora ve Adrian dışında takım vasattı
Alanzinho keşke ilk 11de başlasaydı
Zemin çok kötüydü
Bir de ne biçim maçtı o öyle, dostluk maçı mıydı neydi belli değil...

Oldu mu?!?








17 Aralık 2012 Pazartesi

Çünkü futbola Parçalı yakışır, Çubuklu yakışır...

Günlerdir "tutulan nefesler" nihayet dün 21:45 itibariyle bırakıldı. Bu yazı, derbi hakkında fakir futbol yüzünden konuşulacak, yazılacak pek birşey olmadığını iddia edenlere inat, "bu yerli el clasico ardından her zaman söylenecek sözler vardır" diyenlerden olduğum için yazıldı. Benim gibi düşünenler devam etsin, benimle okumaya geri kalanını...

Her Galatasaray - Fenerbahçe maçı futbol tarihine yazılan bir hikayedir. Bu maç da öyle oldu. Bu maç belki devre arasında takımların yapacağı transferleri belirleyecek, belki de teknik direktörlerin takım başındaki kaderini. Maçın teknik analiz kısmına bakınca, az pozisyonlu, temposuz mücadeleden uzak bir maç olduğu gerçek. Bunda en büyük neden her iki takımın da forvetlerinin etkisiz kalması. Bir yanda tek başına kalıp, Semih ve Dany arasına sıkışan Sow, diğer yanda rakip stoperlerin pozisyon fırsatına müsaade etmediği Burak ve Umut. Ve bunun doğal sonucu olarak "futbol adına fakir bir geceydi, hiç pozisyon yoktu" yorumları...

Futbol sadece pozisyon zenginliği demek değildir. Bazen bir maçtan çıkan sonuçlar ileride izlenecek güzel futbolu doğurur. Bu işte öyle bir maçtı.

Fenerbahçe ciddi anlamda Alex'in eksikliğini hissediyor. Maalesef bu sezon ligin ilk 10 sırasındaki takımlar içinde en az gol atan takım. Herkes Baroni'den beklenti içinde ancak "o da bir Alex değil." Üç orta sahasının yıl boyunca atabilecekleri  gol ise toplasan 10'u geçmez. 10 milyon euro harcanan Meireles ve Mehmet Topal ile (hatta yanlarına bir de Sezer'i ekleyin isterseniz) bu sorun hallolmaz. Fizik olarak güçlü, adam geçebilen oyuncu lazım Fenere. Şu an bu özelliklere en yakın biraz Caner var. Aslına bakarsanız yine başladığımız noktaya döndük. Yani:
Peki ya Alex gitmemiş olsaydı?
Bugüne kadar bu soruyu taraftar hep kendi kendine sorup duruyordu. Ancak dün akşamdan sonra başkan ve teknik ekip de "acaba" demiş midir, merak ediyorum. 
Bir vakit Abdullah Avcı'ya bir maç sonrası "istifayı düşündünüz mü?" diye sormuştu bir gazeteci. Hoca da "İstifayı düşündüğünüz anda takımla bağınız kopmuş demektir. Hiç beklememek gerekir" demişti. Bu sezon Fenerbahçedeki temel sorunlardan birine belki de işaret ediyor Milli Takımlar Teknik Direktörünün bu sözleri. Eğer devre arası istenen transferler yapılıp, yine de bir tıkanıklık yaşarsa Fenerbahçe, o zaman fatura kime kesilmeli? 

Galatasaray kazanan taraf olduğu için bugün daha rahat uyandı. Bunda Selçuk'un frikiğinin payı büyük. Sanırım ortaokuldaydım, Trabzonsporlu Hami Mandıralı ve o akıl dolu frikikleri ile tanıştığımda. Benim için futbol izlerken onun yerini şimdi Selçuk aldı. Zeki ve ayak içiyle çok sert vuran bir oyuncu. Tek başına bir takımın yolunu değiştirebilecek yeteneğe sahip. Hani yurtdışına gitse, biz de gururla izlesek diye geçiriyor insan içinden. Selçuk ne kadar tablonun renkli, güzel tarafı ise; diğer yanda taraftarın aklında karamsar bulutlar dolaştıran bir de Amrabat gerçeği var. Fatih Hoca, Amrabat'ı iyi bulduğunu söylemiş olsa da, ben katılmıyorum. Sezon başından beri katkısı sorgulanır. Amrabat'tan beklenti ne? Adam geçmek, çalım atmak, asist yapmak, pozisyona girmek hatta yeri geldiğinde şut atmak. Hangisini hakkını vererek yaptı bugüne kadar? Uzun dönemde başarı için, işler iyi giderken kendini eleştirmek daha kolay olabilir. Şampiyonlar ligi öncesi Galatasaray kendini daha çok eleştirirse, taraftarını da o kadar çok mutlu edebilir.

Taraftar demişken... Galatasaray taraftarı bu koreografi işini iyi çözdü. İçinde küfür olmadan, hem rakibi kızdıran hem espri dolu pankartlar açıyorlar. Buraya kadar herşey iyi hoş. Ancak halen bitmek bilmeyen Volkan Demirel öfkesi nedir? Sarı kırmızılı taraftarlar şu gerçeği görmezden geliyor. Küfür edilerek protesto edilen Volkan, sadece rakip takımın değil aynı zamanda milli takımın da kalecisidir. Ayyıldızlı forma ile bizi başarıya taşıdığında sevinmeyecek misiniz? Volkan iyi Fenerbahçeli, tıpkı sizlerin iyi Galatasaraylı olması gibi. Sırf bu sebepten bile daha fazla hoşgörüyü hakediyor.

Aynı hoşgörü Gökhan Gönül için de geçerli. Gökhan maç sonu Fatih Hoca'ya sarıldı diye onu eleştiren Fenerbahçeliler, bilmez mi ki milli takım zamanından ikisinin birbirine olan düşkünlüğünü. Fatih Hoca'ya sarılmak Gökhan'ı daha mı az Fenerli yapar yoksa sahadaki iyi futbolunu mu unutturur... Armayı öpmek değil terletmek makbüldür. 90 dakika boyunca çubukluyu terleten bir adama kendi taraftarının bu hoşgörüsüzlüğünün sebebi nedir? Yakışır mı?

Dünkü derbiyi beğenmeyen, kısır bulanlara inat, ben beğendim. Yıllar geçti, takımların renkleri, formaları değişti. Ne futbolcular, ne teknik direktörler geldi geçti. Ama dün bir kez daha gördük ki, çubuklu ve parçalı değişmedi. Gözlerinizi kapatın ve bugüne kadar sarı lacivert çubukluyu, sarı kırmızı parçalıyı terleten bütün o sizin "adamlarınızı" düşünün. İşte sırf bunun hatırına bile ben dünkü el clasico'yu beğendim. Saygılar olsun...

10 Aralık 2012 Pazartesi

Bazılarına FEDA, bazılarına SEFA


Bu sezonun en surpriz takımı hiç kuşkusuz Beşiktaş. Sezon başında kimsenin bir beklentisi olmayan, maddi sıkıntıların yanı sıra bir de Avrupa'ya gidememe sorunu ile karşılaşan Beşiktaş, tüm bunlara rağmen taraftarını en fazla mutlu eden takım.

Oğuzhan’ı neredeyse her hafta övüyoruzHakediyor daDripling yapıyorçalım atıyorÇalım atmak özgüven isteyen bir iştir. Çünkü ayağındaki topu kaybetme ihtimalinden korkar futbolcu. Bir de bunlardan daha önemlisi kaleyi görünce çekinmiyorvuruyor. Güveniyor çünkü kendineSadece Oğuzhan değil, Beşiktaş’ta her hafta bütün futbolcular neredeyse 10 km'nin üzerinde koşuyorHerkes çalışıyordidiniyor. İşte bu yüzden Fernandes’in yokluğunda korkulan olmadı. Beşiktaş önce Ordu deplasmanı, sonra evinde Eskişehir ile oynadığı oyunla gösterdi ki; tek bir oyuncuya bağlı oyun anlayışı ile sahaya çıkmıyor. Bu sezon takımın 10 farklı oyuncusu en az bir gol atmış. Bu istatistikler önemli, çünkü takım dediğimiz bütünlüğün sahada olduğunu bize gösteriyor.

Diğer yandan Beşiktaş yönetimi FEDA adı altında çok akıllıca bir halkla ilişkiler kampanyası yürütüyor. Ben buna işin kolayına kaçmak diyorum. Kulübe bırakılan borç enkazı büyük, bu bir gerçek. Ancak enkazın büyüklüğünü göz önünde bulundurunca küçük hesaplarla kapanamayacağı da bir gerçek. Nedir bu küçük hesaplar? 

Kulüp yöneticiliğinin en temel gerekliliklerinden biri de tribün yönetimidir. Beşiktaş'ın bol gollü, izlemesi keyifli maçlarına rağmen tribünler bir türlü dolmuyor. Yönetim sezon başında kombine biletleri yüksek ücretten satınca, maç başı biletleri de aynı şekilde yükseltti. Ancak haklı olarak, hem FEDA tişörtleri hem yeni sezon formalarını alan, kulüp dergisine abone olan taraftar, bir de bu artışa ayak uyduramadı. Gelin kabaca bir bakkal hesabı yapalım. 

Her maç bu artış yüzünden kapalıda sadece 2000 kişi olduğunu düşünelim. 2000*120TL, 240.000TL. (Bu arada Elazığ maçı biletleri 170 TL'ye satılmıştı, hatırlatmak bile istemiyorum) Bir de fiyatı 80TL'ye çektiğimizi ve boşlukların dolduğunu düşünelim. 5000*80TL, 400.000TL.

Şimdi, bu basit denklemi yönetim de elbette akıl ediyordur. O zaman demek ki konu FEDA değil, para değil. Yönetim ısrarla bedava bilet dağıtmadığını söylüyor, ancak daha geçen hafta bir arkadaşım "ağırlama bileti" adı altında bir bilet gösterdi. Hadi "sponsor bileti" kavramını anladık, haklı da buluyoruz. Ancak "ağırlama bileti" nedir? Kimlere verilir? 

Beşiktaş'ın bir an evvel FEDA sendromundan kurtulması gerek. Türk filmlerinin fakir oğlanı tadında bir tablo yansıtmak bugüne kadar işe yaramış olabilir. Ancak böyle devam ederse kabak tadı verecek. Çünkü ortada ciddi bir çelişki yumağı var. Kim Feda ediyor, kim etmiyor? Deplasman dönüşü tesislerde hep beraber menemen yiyoruz diyerek, "takım olduk" mesajı vermek çok yanlış değil mi? Biz zaten farkındayız Beşiktaş'ın takım ruhunu yakaladığının. "İki yumurta kırar karnımızı doyurur, aynı ekmeği bölüşürüz" resmini, Abidin Dino uğraşsa inandırıcı bulmaz, çizemezdi. Takımın "fakir oğlanları" sahada terleyip, üstüne menemene ekmek bandığı saatlerde, ailenin yurtdışında okumuş, akıllı, parlak oğlu Reina'da takılıp, kavga çıkartıyorsa; bu işte bir terslik var. 

Resmin adını doğru yazalım: bazılarına FEDA, bazılarına SEFA...


Not: Bir de aklıma geldi, İstanbul'da yaşıyorsanız ve siz de benim gibi menemen meraklısıysanız, Beyoğlu'ndaki Lades'i mutlaka deneyin. Benden de selam söyleyin.



3 Aralık 2012 Pazartesi

Teknik Direktör mü Hoca mı? Şarap mı Şampanya mı?


İçkilerin primadonnası* hiç kuşkusuz Şampanya’dır. ‘Kralların şarabı, şarapların kralı’ sloganı da, Rönesans dönemi Avrupasında, krallarının içtiği tek içki olmasından dolayı şampanyayla özdeşleşmiştir.
Şampanyanın serüveni Paris’e 140 km uzaklıkta bulunan Champagne bölgesinde başlar… 1700’lü yıllar savaş dönemiydi. İnsanlar savaşta ölüp, geri dönmeyeceklerini düşünerek, mal varlıklarını kiliseye bağışladı. Böylece bağcılık aynı zamanda şarapçılık da kilisenin eline geçti. Dom Perignon, Champagne bölgesinde bir rahipti. Rahipliğin yanısıra bağışlanan bağlarla da ilgileniyordu. Birgün fıçılarda eskitilen şarapları cam şişelere koymayı denedi. O zamana kadar şarap, fıçılarda saklanıp, eskimeye bırakılır ve böylece şarap ikinci kez fermentasyona uğrardı. Bunun sonucunda oluşan karbondioksit ise uçup giderdi. Dom Perignon şarapları cam şişelere koyup, bir tıpayla kapatınca gazı şişenin içine hapsetmiş oldu. Böylece şarap ve gaz kabarcıklarının evliliğinden büyülü şampanya doğdu.

***

Fatih Terim ve Aykut Kocaman, Türkiye’nin iki büyük takımının teknik direktörleri. Derbi maça sayılı günler kala aralarında anlamsız bir söz düellosu sürüyor. Fatih Terim’in, kendisine Aykut diye hitap etmesine bozulan Aykut Kocaman, şanssız bir ifadeyle “Fenerbahçelilerin bu konuda alınganlık göstermesine gerek yok. Bir bakarlar kişiye, söyleyene, karar verirler. Beni hiç bağlamıyor ve rahatsız etmiyor.” diyerek aslında bizzat kendisinin bu durumdan rahatsızlığını dile getiriyor.

Ama asıl şanssızlık, Aykut Kocaman’ın bu konudan rahatsız olması değil. Asıl Fatih Terim’in;
  • ·   Galatasaray’daki teknik direktörlük kariyerinde 1 UEFA kupası kazanmış, lig tarihinin ise en fazla şampiyonluk kazanan teknik direktörü ünvanını almış olması,
  • ·      Milli takım kariyerinde, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda 3. olup, turnuvanın en iyi teknik direktörü seçilmiş olması,
  • ·        Ve kendisinden 13 yaş büyük olması

Aykut Kocaman’ın söylediği cümleleri çok şanssız, bir o kadar da ayıp kılıyor. Niyetim bir teknik direktöre ismi ile hitap edilmesini meşrulaştırmak değil. Ancak “söylenen sözler kişiyi bağlar” diyen Aykut Kocaman’ı da “bir bakarlar kişiye söyleyene, karar verirler” sözü fena halde bağladı. Türkiye’nin en büyük iki teknik direktörü kim diye sorulsa, hiç şüphesiz herkesin aklına gelecek isimler Mustafa Denizli ve Fatih Terim olacaktır. Hal böyleyken, henüz teknik direktörlük kariyerinin başında olan Aykut Kocaman’ın, birçok başarıya imza atmış Fatih Terim için söylediği bu sözler, ne yazık ki yersiz oldu.

Futbolda başarılı olmak için hırslı olmak en temel şartlardan biri, şüphesiz… Ancak hırs, bir o kadar da tehlikeli. Bir bakmışsın takımın kaptanı ile ters düşmüşsün, bir bakmışsın taraftarla ya da meslektaşlarınla. Aykut Kocaman’ın, “hoca” diye hitap edilmesi konusunda duyduğu hassasiyeti herkes anlıyor ve hak veriyor. Ancak bazen susup, takdiri etrafımıza bırakmalı...

Eğer serüvenin sonunda şampanya olmak istiyorsan, biriken gazı içinde hapsetmeyi öğrenmek gerekiyor. Aksi takdirde sıradan bir şarap olmaktan öteye gidemezsin...


*primadonna: operada baş kadın rolünü oynayan oyuncu.