26 Kasım 2012 Pazartesi

Metin Oktay'ın Fatih Terim'i


Kuşkusuz her kulübün kendi değerleri, duruşu, futbolu yorumlayışı vardır. Galatasaray’da da bu değeri anlatmak için Metin Oktay anlatılır. Ben yetişemedim, izleyemedim Taçsız Kralı. Hani Eduardo Galeano'nun Gölgede ve Güneşte Futbol isimli kitabında anlattığı bir hikaye vardır. 1929 yılı, Arjantin Paraguay maçı. Nolo Ferreira topu uzaklardan getiriyor ve duvar gibi dizilmiş defans oyuncularını karşısında görüyor. Durduğu yerde topu iki ayağının arasında yere değdirmeden sektirmeye başlıyor. Rakip oyuncuların tümü hipnotize olmuş gibi sağdan sola, soldan saga topu izliyor. Ve tam o anda bulduğu bir delikten Nolo topu filelere gönderiyor. Atlı polislerin bile O’nu kutlamak için atlarından indiği  söylenir. "O gün sahada yalnızca 20.000 kişi vardı, ancak hangi Arjantinliyle konuşsanız o gün orada olduğunu söyler." der Galeano.

Bu hikaye Galatasaraylılar için Metin Oktay’ın ne demek olduğunu aslında çok iyi anlatır. Çünkü ister canli izlemiş ister izleyememiş olsun, bugün her Galatasaraylı, Metin Oktay’ın Fenerbahçe’ye ağları delen golünü attığında orada olduğunu söyler. Ne tesadüftür ki, aynı Metin Oktay sanki geleceği görüyormuşçasına Fatih Terim'i tutup Adana'dan Galatasaray'a getirmiştir. İmzasından futbolculuğuna kadar da herşeyiyle bizzat ilgilenmiştir.



"Metin Abi benim ailem gibiydi" diyen Fatih Terim ise ona vefa borcunu ödediğini belki de UEFA Kupası'nı kaldırırken hissediyordu. Bugün halen idmanlarda futbolcularına O'nun vuruşlarını gösteren, göreve geldiği gibi tesislerdeki Metin Oktay anıtının yenilenmesi için düğmeye basan Fatih Hoca, Galatasaray kulübü için sadece bir futbol adamı değil, aynı zamanda önemli bir değerdir de. Nereden çıktı şimdi bu kadar övgü diyenler olabilir. Geçmişi hatırlamak bugüne ışık tutacaktır. Galatasaray değerlerinin yapı taşı olan Metin Oktay bile bu ülkede teknik direktörlüğü döneminde çok ağır eleştirilere maruz kalmış ve pes etmişti. Kulüplerin değerlerini temsil eden böylesine önemli adamları yaptıkları/yapmadıkları oyuncu değişiklikleri ile ya da 4-4-2/4-3-3 düzleminde eleştirmek çok sığ bir yaklaşım olur.

Galatasaray’da Fatih Hoca yine çok güzel şeyler yapabilir. Ünal Başkan da kulübe gelecek vaad eden vizyonel bir pencere açabilir. Ancak tüm yönetim ekibinin de tek bir başkan ve tek bir teknik direktör varlığını kabul edip, öyle davranması gerekir. Eğer Avrupa’da da başarı arama dileklerinde samimilerse, yönetim içindeki kutuplaşmaya acilen son verilmesi gerekir. Yoksa ne demişler, horoz çok olunca sabah geç olur. Dilerim güneşli sabahlar erken olur Galatasaray’da. Zira Fatih Hoca gibi bir teknik direktöre sahip çıkmayan yöneticiler şunu hatırlamalı ki; 
Kopenhag'da belki sahada  resmi kayıtlara göre 12.000 Galatasaray taraftarı vardı, ama hangi Galatasaraylı ile konuşsanız o gün orada olduğunu söyler...


1 Hafta, 2 Maç, 3 Adam

Ben futbolcunun kafasını tekmeye uzatanını severim. Babam hep der ki, her ne iş yaparsan yap, ama yaptığın işi tutkuyla yap. Bu mereti kalbiyle oynayan adamlar kazanıyor. Malum tutku dediğin şey beyinden salgılanmıyor, kalbin atışıyla can buluyor. Taraftar da o yüzden bu kadar seviyor tutkuyla oynayan adamları. Manchester maçında Burak’ın golü öncesi kornere çıkan pozisyonda tribünleri ateşlemesi ve taraftardan yükselen koro ile golün geldiği o kadar belliydi ki. Elazığ maçında ise Muslera atıldığında arkadaşlarımla kimin kaleye geçeceğini tartışmadık bile çünkü bunun Melo olacağından emindik. “Herhalde adam çılgın” diyenler çıkacaktır, hayır adam çılgın değil tutkulu. Bu saatten sonra Melo’nun takıma katkısı kesinlikle daha da artacaktır.

5 Şampiyonlar Ligi maçı ve attığı 5 gol ile Burak Yılmaz; Messi ve Cristiano Ronaldo gibi isimlerle yarışıyor. Bundan 3 yıl once Manchester United’a gol atacağına kendi bile inanmazdı belki de. Bu performansını sürdürürse Galatasaray’da II.Jardel dönemi yaşatır taraftara. Ancak kendini gereksiz yere atmalarını artık bıraması gerek. Konu komple futbolcu olmak, Avrupa’da oynamak ise, Manchester maçında gördüğü sarı kart bu konuda kulağına küpe olmalı. Şampiyonlar Ligi bir vitrin ve Burak da bunu iyi kullanmalı. 

En az Burak ve Melo kadar önemli Riera da konuşulmalı mutlaka. Adam 30 yaşına gelmiş, bu saatten sonra oynadığı futbola birşey katabilir mi demeyin, katıyor işte. Hatırlasanıza şimdilerde Chelsea'de di Matteo'dan boşalan koltuğa oturan Benitez; bir dönem Riera'dan sol bek yaratmaya çalışmıştı ama olduramamıştı. Fatih Hoca işte bu yüzden farklı. Hoca inandığı şeye oyuncusunu da inandırıyor. Tezgahtaki elmayı ovuyor, parlatıyor. Geçen yıl Melo-Riera kavgasından sonra "ülkeden gitmek isteyen, küsmüş Riera" ile Manchester ve Elazığ maçında oynayan adam aynı mı sizce? Riera da bunun farkında ve üzerine gidiyor. Manchester maçının adamıydı demek bile mümkün. Hele ki karşısında oynayan isim Welbeck, belki de bu "yedek kadronun" en as oyuncusu olunca.

O halde bu sezon için şöyle diyebilir miyiz:

Bu üçlüye dikkat!

19 Kasım 2012 Pazartesi

Bazen kaybetmek aslında kazanmaktır


1992 yapımı Wesley Snipes'ın oynadığı bir film var. White Men Can't Jump. Türkçe'ye “Beyazlar Beceremez” diye çevrilmiş şahane bir filmdir. Filmdeki son sahnede beyaz adamın melez kız arkadaşı artık kumarı bırakmasını söyler.
Adam bu sefer kazanma sözü verir. Kadın “kazanman önemli değil, bazen kazanmak aslında kaybetmektir” der. “Ve bazen kaybetmek ise aslında kazanmaktır.”

Beşiktaş için sezon başında tüm “Veda” dedikleri ve tüm “Feda” ettikleri, herkesi korkutup, bu sezondan ümidi kesmelerine sebep olmuştu. Başta ben olmak üzere herkes, Samet Aybaba’nın teknik direktörlüğe getirilmesini çok eleştirmiştik. Yapamaz, bu hocayla olmaz dedik. Quaresma yıldız, o giderse taraftar stada gelmez dedik. Ve bunun gibi niceleri. Yani sezon başında herkes için kaybetmiş bir Beşitaş vardı.

İşte o kayıptan yeniden doğdu Beşiktaş. Kaybedenin korkacak birşeyi olmadığı gerçeğinden, güzel futbol oynamak için çıktılar sahaya. Başta Samet Aybaba’dan özür dilemek isterim. Abartma diyenler çıkacaktır elbet, zira tabii ki beklenti bir Alex Ferguson olması değil. Ancak hatırlarsanız Samet Hoca bu yola çıktığında imza törenindeki kıyafetinden tutun da, kendisinin Beşiktaş’a değil, Beşiktaş’ın Hoca’ya hayırlı olduğunu bile söylemiştik. Bugün sahada gördüğümüz ise, oyunu iyi okuyan, elindeki oyunculardan en ideal 11’i kuran ve takımı en iyi şekilde motive eden bir Hoca. Aslında başarının arkasındaki temel taşlardan birini de yine kendi söylüyor:

“Tesislerde kapıya kadar geliyorum, bir sürü sıkıntı, sorun. Içeri giriyorum ev gibi geliyor bana. Sorunlarımızı içimizde çözeriz.”

Neticede, son haftalarda birlikte oynamaktan keyif alan futbolculardan kurulu bir oyun izletiyor bize Beşiktaş. Içlerinden biri yavaşladığında diğerlerinin yardıma geldiği; gollerinde kontratak değil, kapalı defansı açan, pozisyon yaratıp gole giden, üretken bir takımdan bahsettiriyor. Evet belki çok gol atarken, aynı zamanda çok gol de yiyor ama bu da başka bir heyecan yaratıyor bu oyunu sevenlerde.

Futbol, adı üstünde eğer bir oyunsa, işin içinde eğer bir şov da varsa, bu işte başrolü oynayan teknik direktör ve futbolcuların önceliği, keyif veren bir maç çıkarmaktır. Taraftar hop oturup hop kalkmalı, heyecanlanmalı, pozisyonları alkışlamalıdır. Işte Beşiktaş son birkaç haftadır bunların hepsini çok iyi yapıyor. Haftada bir maça çıkıyor olmaları, Necip ve Oğuzhan gibi genç oyuncularının olması, rakiplerinden bir adım önde çıkmalarını sağlıyor lig maçlarına. Hadi hepimiz itiraf edelim, lig başlarken şampiyonluk yarışında ihtimal vermediğimiz Beşiktaş, bugün herkese “neden olmasın” dedirtiyor.

Kazanmak ve kaybetmek arasındaki çizgi çok ince. Ne zaman çizginin ne tarafında olacağın belli değil. Filmle başladım ya yazıya, bitirirken yine bir film sahnesi geldi aklıma:

Hacı takımı çalıştırırken herkesin aklına kazınması gereken cümleler çıkar ağzından:

“Hayat futbola fena halde benzer. Futbol şahsi beceri gerektirir; ama aslında toplu oynanan, insanların bir takım halinde oynadıkları bir oyundur. Hayat da öyle değil mi? istediğin kadar yetenekli ol, iyi bir takımın yoksa kaybedersin.”
(Dar Alanda Kısa Paslaşmalar)

5 Kasım 2012 Pazartesi

Fenafillah

Roman mı yoksa şiir mi diye bir tercih yapacak olsam, her zaman şiiri seçerim. Roman; uzun, kimi zaman sıkıcı ya da bazen sonu başından bellidir. Ama şiir öyle mi? Estetik vardır bir kere şiirde. Okurken gıpta uyandırır o satırları yazan ve yazdırana. Büyük usta Melih Cevdet Anday, şiiri anlatmak için çok güzel bir kelime seçmiştir: Fenafillah! Usta, yazanın "ben" olmaktan çıktığı, yaşını yok ettiği bir mertebe olarak tanımlar bu kelimeyi.

Dün gece Dolmabahçe'de işte tam da böyle, şiir gibi, -fenafillah- bir futbol oynadı Beşiktaş. Giydikleri formayı terletmek, hakkını vermek için sahaya çıkan 11 siyah/beyaz adam, sahaya renk verdi. Haftalardır kendilerine bırakılan kötü mirasla uğraşan bu adamlar ve teknik direktör; düşsek de ayağa kalkarız mesajı verdi. 10. haftaya gelene kadar takımı Fernandes sırtlayıp, bütün takım ona bağımlıyken, bu sefer Fernandes takıma uydu. Çünkü uzun bir aradan sonra sahada ilk defa bir "takım" vardı.

Ben takım olmayı sadece sportif başarıya, iyi hücum, iyi savunmaya ya da isabetli paslara bağlamam. Takım olmak tesiste başlar, soyunma odasına girer, sahada ise sadece meyvesini verir. Dakika 80 olduğunda, 3-0 önde ve bir kişi eksikken, hücuma çıkmaktır takım olmak. Ya da bu skora rağmen kaçırdığı gollerin üzüntüsüyle soyunma odasına girmektir. Adına ister "biz akdeniz insanıyız" deyin, ister Türk futbolu deyin; bu ülkede ancak takımdaşlık bağını kuvvetli kuran takımlar başarılı oluyor.

Tüm Beşiktaş takımı ve Samet Hoca büyük bir övgüyü hak ederken, ismi ayrıca konuşulması gereken biri vardı, Oğuzhan Özyakup. Arkadaşlarının deyimiyle "Ozzie", henüz 20 yaşında, AZ Alkmaar ve Arsenal alt yapısında yetişmiş, Hollanda U17 ve U19 milli takımında 7 gol atmış. Futbolda bazen çok koşmak değil doğru koşmak gerekir. Oğuzhan bunu çok iyi anlamış. Antrenmanlarda Fernandes ile özel pas çalıştıkları çok belli. Topu kısa paslarla Fernandes'e her verdiğinde, geri alacağını bilerek koşması, birbirlerine kafiyeli iki şiir satırı gibiydi.

Dün, bu genç adamı keşke stadda izleseydi diye içimden geçirdiğim bir adam vardı, İbrahim Altınsay. Ozzie'yi Arsenal'den bulup getiren, ingiliz futbol ekolüne hakim, güzel Beşiktaşlı Altınsay, ne yazık ki, "prensip" anlaşmazlıkları yüzünden kısa sürede yönetimden ayrılmıştı. Çalıştığı o kısacık dönemde konuşmuktuk da, "Beşiktaş'ın Fabregaslar yetiştirebilecek bir kulüp" olmasını sağlamak istediğini söylemişti. Ancak bu "vizyonu" ne yazık ki, Beşiktaş'ın bazı yöneticilerinin prensipleri ile örtüşmedi. O gitti, diğer "daha prensip sahibi!" yöneticiler kaldı. Sadece o kadar mı? Amacından sapan Feda projesi sonucu Beşiktaş'ın ruhu kapalı da gitti, ancak "ağırlama bileti, sponsor bileti" kaldı.

Hayatta kalıp devam edenler değil bazen gidenler iz bırakır. Kimini İbrahim Altınsay gibi yüzünde bir tebessümle "eyvallah" diye, kimini Yıldırım Demirören gibi "aman allah" diye hatırlarsın. Elbet bu yönetimin de veda edeceği bir gün gelecek, acaba onlar o gün nasıl bir iz bırakacaklar geride?