17 Eylül 2012 Pazartesi

Comandante Alex de Souza


Fenerbahçe camiası günlerdir kuyuya atılan taşı çıkarmaya çalışıyor. Filmin adı, “Nasıl efsane olunur ve halka açık alanlara kimlerin heykeli dikilmeli”.

Önce “heykel” konusuyla başlayalım. Benim bu konudaki düşüncem çok kısa ve net. Spocular, yazarlar, şairler, oyuncular; bunların hepsi halkla yaşayan, varolan kişilerdir. Halka açık alanlarda böyle “seçilmiş” kişilerin heykellerinin olması gelişmiş toplumlarda bir tartışma konusu değil, tam tersine bir gurur kaynağıdır. Keşke bu konuda daha büyük, daha ciddi çalışmalar olsa da; daha fazla bu “özel” insanlara ait heykel, büst yapılsa. Böylelikle gelecek kuşaklar keşke bu önemli kişileri daha iyi tanısa, anlasa.

Çünkü Lefter’i anlamak, Metin Oktay’ı, Baba Hakkı’yı anlamak sadece bu futbolcuların sahada kaç gol attığını bilmek değildir. Neden her kulüp taraftarının bu isimleri sevdiğini, rakibe saygıyı, futbola aşkı, adamlığı anlamaktır belki de. Tıpkı Alex’in bir maçtan sonra dediği sözleri anlamak gibi; “ne zaman kaybetsem kazananı tebrik ederim. Çünkü kazandıysa bizden iyi birşeyler yapmıştır”. Bir takımın ilk 11’indeki bu farklı adamları anlamak, aslında o kulübün renklerini, değerlerini anlamak biraz da. Ya da neden her taraftarın evinde onların forması olduğunu anlamaya çalışmak. Bu yüzden “efsane” onlar.

Alex’in efsane olup olmadığını tartışan bir grup “fenerli”ye, genç bir fenerbahçeli arkadaşım en güzel cevabı verdi haftasonu:
“Dedem babama Lefter”i anlatmış, babam bana Rıdvan’ı anlattı, ben de çocuklarıma Alex’i anlatacağım.”
Işte tam da bu yüzden yöneticiler, teknik direktörler tartışa dursun, asıl taraftar karar verir kimin efsane olup olmadığına.

Efsane olmayı kulübün önüne geçmek sanıyor sanırım başkan. O yüzden bu tepkisi, “iyi oyuncu ama efsane değil” yakıştırması. Lefter efsaneydi değil mi? O konuda bir problem yok, herkes aynı fikirde. Vefatıyla birlikte Şükrü Saraçoğlu stadında yapılan töreni hatırlayın hepiniz. Tabutuna sarılı Türk bayrağı ve Fenerbahçe bayrağını hatırlayın. İşte o’dur asıl gerçek. Bir kulübe ait efsane olmak, o kulüp olmaktır, o renkler olmaktır. Hem de toprağa girene kadar. Başkanı bilmem ama ben haftasonu heykel açılışında Alex’in gözyaşlarında gördüm o aidiyeti. Tıpkı attığı her golden sonra tribune koşmasında gördüğüm gibi. Ya da bundan 3 yıl once Lefter’i ziyaret etmesinde ve Lefter’in cenaze töreninde söylediği; “Söz verdim bu formaya değer verenlerin yapması gerekenleri yapmak ilk önceliğimdir” sözlerinde de gördüğüm gibi.

Bundan sonra bu filmin başrol oyuncusuna tek bir söz söylemek düşer bize:
Enseyi karartma Comandante Alex de Souza!


10 Eylül 2012 Pazartesi

Duran Top mu, Yakan Top mu?


Her yeni hocada yeni umutlar, yeni bir taktiksel anlayışa bürünüyor milli takımımız. Ancak gelin görün ki, yıllardır en büyük başarımız, 2002 yılındaki Dünya Kupası üçüncülüğü ve Euro 2008’deki üçüncülük olmaktan bir adım ötesi değil.
Avrupa’ya futbolcu ithal ediyoruz, gurbetçi futbolcularımız artık büyük kulüplerde oynuyor, ama yine de konu ay yıldızlı forma olunca basiretimiz bağlanıyor, “talihsiz” goller yiyoruz. Niyetim daha yolun başında Abdullah Hoca’yı beğenmemek değil, zira kendisini çok severim. Seneler once radyoda konuk etmiştik ve o günden beri düşüncem aynıdır: Abdullah Hoca futbola yakışan bir adamdır. Hollanda mağlubiyetinin ardından herkes ziyadesiyle Selçuk İnan konusunu tartıştı. Benim de çok farklı bir düşüncem yok. Hocanın İBB döneminden beri çabuk çıkıp rakibi eksik yakalamayı hedefleyen bir oyun anlayışı var. Bunun için de hızlı koşan, dribblingleri olan, dikine oynayabilen oyuncuları tercih etmesi, hatta Tunay ve Sercan’ı bu sebeple oynatması çok normal. Ancak tüm eleştirileri haklı çıkartan konu sprinterleri en iyi besleyebilecek, kısa-uzun pasları başarılı, ligin en formda oyuncusu Selçuk İnan olmadan bu sistemin başarılı olamayacağı.
Ancak asıl sorun bundan daha da önemli. Bir sonraki maçta hoca Selçuk’u oynatır, herkesin beğendiği bir kadro hazırlar ve biz yine duran toplardan “talihsiz” bir gol yeriz. Çünkü bizim yıllardır hedefimiz futbolda bir Türk ekolü oluşturmak değil. Sokaktaki herkes bugün İngiliz futbolu deyince; uzun toplardan kanat ataklarından, Alman futbolundaki fiziki üstünlükten, disiplinden, Hollanda futbolunun meşhur total futbol anlayışından bahsedebiliyorken; konu Türkler nasıl futbol oynar konusuna gelince her kafadan başka bir ses çıkıyor. Çünkü yıllardır sahaya çıkarken hedefimiz Kazakistan’ı yenersek, Azerbaycan’ı elersek, play offları geçersek’ten öteye gidemiyor. Teknik direktörümüz Abdullah Avcı bile göreve geldiğinde hedefimizin 2014 Dünya Kupası’na gitmek olduğunu söylüyor. Böyle bir hedef olur mu? Tabii ki gideceksin. İngiltere, Almanya, İspanya’nın hedefi Dünya Kupası’na gitmek midir yoksa kupa mücadelesindeki ilk 3 içerisinde olmak mıdır?

Ancak daha hazırlık maçları oynarken başlıyor bizde bahaneler:
“Hazırlık maçlarına konsantre olamıyoruz.”
Hele bir de birkaç gol pozisyonuna girip maçı kaybettiysek:
“İyi oynadık ama olmayınca olmuyor”.
Ama benim favorim:
“Duran toplardan talihsiz bir gol yedik”.

Yıllardır bu ülkenin kaderi oldu “duran toplar”. Işte bu yüzden insan sormadan edemiyor, “peki teknik direktörler ne işe yarar” diye. Sadece takım kadrosu yapmak mıdır hocalık?
Ya da Van Persie’nin golü için “talihsizlik” kısmına takılmadan geçemiyorum. Adam daha geçen hafta Premier Lig’de aynı golü atıyor. Bir teknik direktör rakip oyuncuların önceki maçlarını takip edip, takıma izletmez mi? Bahsettiğimiz adam kıyıda köşede kalmış, keşfedilmeyi bekleyen biri de değil üstelik; Van Persie’den bahsediyoruz.
Sorun Selçuk’un oynamasından çok daha büyük. Çünkü biz yıllardır çok gol pozisyonuna girip atamıyoruz, çünkü onlar yıllardır duran toplardan “talihsiz” goller atıyor. Ve bunun ilacı ne Selçuk, ne de Gökhan’da. Hedefi küçük, sistemi olmayan bir ekolün bahanelerinde gizli herşey.

Bir de aklıma gelmişken Atatürk’ün çok güzel bir sözü var:
“Kader, talih, tesadüf, rastlantı arapçadır ve Türklerle hiçbir ilgisi yoktur”
İyisi mi şu yediğimiz gollere artık “talihsiz” demeyelim be hocam…



3 Eylül 2012 Pazartesi

"Hepimiz Futbol Dilencileriyiz"


Gol atmak çok önemli. İyi futbolcuysan, sezon sonu gideceğin “büyük” takımı belirlemek ya da kaç para kazanacağını, hangi arabaya bineceğini gösterebilmek için gol önemli. Hele bir de takımın mağlup durumdayken attığın gol var ya, işte o seni maçın Don Kişot’u yapar. Tribünler ismini bağırır. O yüzden ne yapıp ne edip, atacaksın o golü. Baktın dakikalar geçiyor ve hala atamadıysan, o zaman bir fırsat yaratıp kendini atacaksın yere. Eğer maçın hakemi de “iyi!!” bir hakemse, nasıl olsa verir o penaltıyı ve hoooop sen yine kahraman.

Yaşın ilerleyip futbolu bırakınca istikamet teknik direktörlük. Malum, sevenin çok. Tribünler kucak açmış bekliyor olacak seni. Hem artık sesin de daha gür çıkabilecek, sahadaki 11 adamdan daha iyi biliyorsun sen artık futbolu. Artık gol atmak önemli değil, artık otorite önemli. Şimdi Ego’n devrede. Maçı kazanmak değil, “ideal” kadroyu yakalamak önceliğin. Anlaşamadığın oyuncu kenarda bekler, çünkü “lig uzun bir maraton” ve sen bugünü değil, geleceği düşünüyorsun. Gol bekleyen taraftar gidişattan memnun değil mi? Boşver, kim takar taraftarı… Haftaya maç başlamadan istedikleri futbolcunun elinden tutup tribüne gidersin, “biz hepimiz elele, daha mutlu günlere”…

Futbol bu, büyük bir camia. Sadece futbolcu ve teknik direktörle bitmiyor tabii. Para asıl yönetimde. Kim çilek, kim ayva başkanlar karar verir. Sadece o kadar mı? Taraftar nasıl bağıracak, hangi maça girebilecek, nereye oturacak hepsine onlar karar verir. Neden diye sormayalım, cevabı çok basit: Para! Senin cebinde kaç para var, başkanının cebinde kaç para var. Cevap ortada; tabii ki sen deplasmana gidemeyeceksin, o gidecek. Futbolu sadece oyun sananlara inat, bir grup adam oyun para ile oynanır diye burada. Ama kimse yanlış anlamasın, hepsi renklere gönül vermiş ve hepsinin dilinde aynı nakarat:
“Futbolcular, teknik direktörler, başkanlar gelir geçer. Kimse hiçbir kulüpten büyük değildir.”

Bizim sularımızda işler böyle yürürken, geçtiğimiz günlerde büyük patron UEFA, Avrupa’da Yılın Futbolcusu’nu seçti. Yılda yaklaşık 10 milyon euro kazanan bir futbolcu, İniesta. Ancak ne arabasının modeli, ne de saraylardaki düğünü ile henüz magazin basınında yer bulamamış bir oyuncu. Biraz “ot” gibi yaşıyor bu arkadaş. Mesela EURO 2012’ye giderken bir bavul da kitap götürüyor yanında. Neruda’dan Puşkin’e kadar herşey var bavulda. Gazeteciler kitaplarla dolu bavulu sorunca  “Benimkiler ne ki bizim Puyol gelseydi bir kütüphane taşırdı buraya” diyor. Kazandığı parayı doğduğu yere yatırım yaparak değerlendiriyor. Dönüm dönüm üzüm bağları almış, büyük de bir şarap fabrikası var. Futbola başladığı kulübün (Albacete Kulübü) hissedarı aynı zamanda. “Bizdeki futbolcular” gibi, İniesta da ilk kulübüne karşı çok vefalı. Sahibi olduğu şarap firması ile her yıl eski kulübüne sponsor oluyor. Kaç gol mü atıyor? Çok değil. Ancak en büyük rakibi olan takımın teknik direktörü Mourinho, kendisi için şöyle diyor:
“Iniesta bende olsa sahaya 10 kişi çıksam bile olur”

“İlginç” bir de rastlantı var: Bu adam İspanyol. Biliyorsunuz  İspanya Don Kişot’un memleketi. Yani?
Selam olsun bizim memlekette futbol oynayan tüm “çakma” Don Kişot’lara.